30 Aralık 2011 Cuma

Genelkurmay Pardon Dedi

Yıl bitmeden yeni bir olay güm diye indi tepemize. Uludere’de 35 kişinin bombalanma sonucu ölümü Türkiye gündemine 2012’ye saatler kala yerleşti.
Konuyu enine boyuna değerlendirebilmek için yeterli bilgiye henüz sahip değiliz. Genelkurmaya gelen istihbarat sağlam mıydı? İstihbaratı yapanlar kimlerdi? Bu sorular irdelenmeli.
Ancak bazı medya kuruluşlarının konuyu ele alışı biraz rahatsız edici.
Hatırlayacaksınız, Ekim ayında 26 askerin şehit olmasına yol açan kanlı baskından günler önce PKK’nın katırlarla silah sevkiyatı yaptığı, TSK’nin nasıl olup da haberi olmadığı eleştirisi yapan da aynı medya değil mi?
Eğer medyanın bildiği bir şeyler varsa ve bundan yola çıkarak böyle davranıyorsa açıkça ifade etsin. Bölgede nasıl bir istihbarat ağı olduğu, ABD istihbaratının Genelkurmaya nasıl bir katkı sağladığı…
Genelkurmay, istihbarat bilgisiyle yanıltılmış mıdır? İleriki günlerde bu konunun da tartışılması gerekecektir.

25 Aralık 2011 Pazar

Tarih Siyasetçilere Bırakılırsa…

Fransa senatosunda “Ermeni Soykırımı” yoktur diyeni kodese yollayacak tasarı, bayrağına simge olmuş özgürlüğün rengini siyaha çevirdi.

Fransa'ya Yakışan Bayrak 
Türk medyasındaki köşe yazarlarına bakıyorum da “Fransa’ya laf edene kadar kendimize bakalım…” tarzında ifadeler görüyorum. Konuyu kendi mecrasında irdelemediğiniz zaman böyle anlamsız, kısır döngü tartışmaların içinde kaybolur gidersiniz.
Fransa’da oylanan özgürlükleri, insan haklarını, demokratik modeli hançerleyen bir tasarıdır. Hele ki ortada bir soykırım olduğu henüz tartışmaya bile açılmamışken…
Bir düşünün Avrupa Birliği parlamentosunda, birliğin parçalanmasına ramak kalmış şu dönemde AB’ye karşı olmayı suç sayan bir yasa çıkartılsa nasıl karşılanırdı kim bilir.
Ben, devamlı piyasaya sürülen bu tartışmalardan dolayı gerçek Ermeniler için üzülüyorum. Geçmişte yaşadıklarının, başta diaspora olmak üzere pek çok ülkeler tarafından da devamlı çıkar malzemesi olarak kullanılması; işte budur Ermeniler için zulüm.
İşin gerçeğini duymak ister misiniz?
Pek çoğumuzun da bildiği bir gerçek. Yıllarca birçok ülkenin seçim yatırımı olarak veya çıkarları için pişirip pişirip sofraya getirdikleri “Ermeni soykırımı” tarihin siyaset(çi) tarafından hiç durmadan iğfal edilmesinden başka bir şey değildir.
Bu işin çözümü oldukça basittir. Arşivler açılır, tarihçiler araştırır ve ortaya tüm gerçekler çıkartılır.
Gel gelelim ülkemizde yakın tarihte yaşanmış Dersim olaylarını da arşivleri açıp tarihçilerin araştırması ve gerçekleri gün ışığına çıkartması gerekmektedir. Yoksa tüm bu sorunlar siyasetçinin elinde malzeme olur durur. Gerektiğinde servis yaparlar kamuoyuna.

  

23 Aralık 2011 Cuma

Şimdi Milletvekili Olma Zamanı

Emekli olabilmek, bin lirayı geçmeyen emekli maşına sahip olabilmek için yıllarımı vermek yerine bir yolunu bulup milletvekili olmak istiyorum.
Millet için değil kendim için milletvekili olmak istiyorum. Eğer milletin vekili olmayacaksan işin ne diyorsanız benvekili olayım bana 550 milletvekilinin yanında bir koltuk açıverin. Hatta koltuk da istemem. Genel kurullarda ne zaman el kaldırmam gerekiyorsa gelir vazifemi yaparım gözlerimi kaparım. Zorlanacağım bir karar ise önce gözlerimi kapar sonra vazifemi yaparım.
İşsizliğin ciddi boyutlarda olduğu, çalışan pek çok kişinin geçinmekte zorlandığı ülkemizde kıyak emeklilik yasasına el kaldıran milletvekili arkadaşlarımızın sızlamıyorsa vicdanları, istemem bu makamı varsın zor geçsin bu hayat, varsın mezarda emekli olayım.
Bırakın beni kendimle huzur içinde olayım. 

7 Aralık 2011 Çarşamba

Deprem Halk İçin Öldürür

Bir Belediye Başkanı adayı düşünün. Mesela İstanbul’dan aday olsun. Şimdi bu aday çıkıp; “beni seçerseniz İstanbul’daki depreme dayanıklı olmayanları güçlendirme yapılmazsa yıkacağım, kaçak yapıları yıkacağım…” diyor. Sizce seçimi kazanır mı? Bu aday işi ciddiye alıp daha da ileri gitse bu yıkılacak binaları açıklasa ve işte bu binaları yıkacağım dese sizce seçimi açık ara farkla kazanır mı?
İsterseniz baba yiğit bir aday çıksın ve böyle bir yol denesin. Önce bu adayı alnından öper,  yürekten kutlarım. Sonra da derim ki, “Arkadaşım sen hangi memlekette yaşıyorsun? Aha buraya yazıyorum sen bu yıkılacak binalarda oturan bir kişiden bile oy alamazsın. Sen bırak kendin için siyaset yapmayı da Halk için yap siyaseti.”
Yakın zamanda bir Van depremi yaşadık ve yaşanan facia ortada. Sorumlu arandı durdu. Gölcük’teki gibi bir Veli Göçer de bulamadığımız için canımız epey sıkıldı.
Depremler bize ne anlatıyor?
Takdiri İlahi deyip ötesine geçemeyen bir toplumda yaşıyoruz. O zaman bu sözünde hakkını vereceksin.  Allahın mesajı ne bize?
Halen kaçak göçek evler yapıyor ve buralarda yaşamaya devam ediyorsak, bu anlayışa prim veren yapımızla siyasilere nasıl hareket etmeleri gerektiğini işaret ediyorsak, Tanrının takdiri de depremle gelen felaket olur.
Yığma bir yaşam kültürümüz var bunu bilelim. Kaçak yapılar yapıp bu yapıları yuvamız kabul ediyoruz. Bunun sorumlusu siyasiler demek de en basit yoldan sorundan sıyrılmak oluyor.
İstanbul’un taşı toprağı altın diye gelip kendimize uygun boş bir arazi buluyoruz. Sonra eş dost hemşerisi derken kuruyorlar memleketlerini. Yol yok, elektrik yok, su yok… Olsun varsın yaşam devam ediyor. Sonra yerel seçimler yaklaşır. Adaylar bakar ki azımsanmayacak sayıda seçmen barınıyor bu tarz yerlerde, verirler yol, su elektrik sözünü kaparlar oyu. Tersini yapan bir adaya oy çıkmaz çünkü oradan. Sonra verilen sözler tutulur yol da gelir, kaçak yapılarına af da…
İşte böyle kurulmuştur İstanbul. Şimdi büyük bir İstanbul depreminde taş taş üstünde kalmaz ise, sadece devlete yüklenmeyin. Kendinize dönün ve ”takdiri ilahi, biz böyle yaşamayı göze aldık, sonuçlarına katlanırız” deyiverin.
Bence böyle bir şey demeyin ve derhal değişin…    
                  

25 Kasım 2011 Cuma

Kadına Şiddete Evet!

Ne birilerini kızdırmak için attım bu başlığı ne de reyting için.
Hepimiz kafa kafaya vermişsiniz kadına şiddete hayır diyorsunuz da bu şiddeti daha çocukken körpe beyinlere yerleştiren sisteme ne demeli?
Bir erkek neden kadını döver?
Kadın, fiziksel olarak bir erkek kadar güçlü olmadığı için mi?
Kadına yakın dövüş teknikleri öğreterek sorunu az da olsa çözmeye yönelenler bu soruyu cevaplandırabilirler. Kadını dövecek kadar aciz bir erkeğin karşısında kolunu tuttu mu ters döndüren bir kadın düşünsenize… Bükülen kolu değil onuru. Onursuz erkek ne yapar? Çeker önce kadını sonra çocuklarını sonra da dayanamaz kendisini vurur. Dizi film gibi oldu değil mi?
Dizi film demişken biraz medyanın işlevine bakalım. Dizi filmlerdeki konular beni hasta eder her zaman. Reyting uğruna şiddet diz boyudur, her dizide bir aldatma bir entrika mutlaka olmalıdır. Bir de cüretkar sevişme sahnesi oldu mu reyting patladı gitti. Hayatın içindendir tüm bunlar diye çıkarlar piyasaya senaristler. Biz hayatın içine dalıveriyor ve damardan yakalıyoruz konuyu derler.
Bir dizi filmin değeri ne ile ölçülür? Reyting ile yani izlenme oranı ile yani memleketin çoğunu ekrana kilitledin mi iş tamam. Memleketin çoğunluğu kimlerden oluşur peki?    
Ne düşünürler?
Ne yer ne içerler?
Ruhları ne kadar incelmiştir?
Kendimi bildim bileli şiddet ve entrika zemininde gelişen dizi film furyası( içinde elbette kaliteli olanları var) talep doğrultusunda hazırlanmıyor mu?
Daha çok N.Ç. vakaları yaşar, “prime time” kuşağında ırzına geçeriz toplumun.
Belden aşağı esprilerle çok güzel hareket çekenleri izler güler, cinsi münasebet işte bundan ibarettir deriz.
Komedi formatındaki dizi filmde kadını dövmekten zevk alan erkeğin tokatlaşmasını kahkahalarla izleriz. Siz gülmeseniz de birileri gülme efekti koymuştur, gül geç böyle sahnelere diye.
Kadını cinsel bir obje olarak erkeği hoplatmak için kullanmanın getirdiği karları, kadın erkek ilişkisinin sağlıklı zeminlerde yürümesine adarız.
Toplumun, zaman da alsa sevgi düzlemine ulaşmasının yollarını dinamitler dururuz; toplum için sanat adı altında.
Erkek, istiyorsa kadını dövmeyi ve reyting alıyorsa bu iş, kim tutar seni…   

  

24 Kasım 2011 Perşembe

Tayyip Erdoğan Özür mü Diledi?

Şu fotoğrafa bir bakın. İnsanların yüzleri, an gelir her şeyi anlatır deyip yazımızı icra edelim.
Dersim’de yaşananları tartışmaya açtık gidiyoruz. Biz hep böyle yaparız. Kırarız dökeriz bir güzel. Konuyu tartışmaya mı açacaksın, bunu doğru düzgün yap öyleyse.
Önce tüm arşivleri aç, belgeleri incele. Tarihçiler de olsun işin içinde. Enine boyuna incele. Ama 21. yüzyılın gözlüğüyle bakmayacaksın. Takacaksın o dönemin gözlüğünü ülkenin 10 sene öncesinde verdiği mücadeleyi, devrimleri için alması gereken sert önlemleri dönemin içerisinde yoğuracaksın.
Şimdi kimse bana Dersim’i tartıştığımızı, birilerinin de çıkıp Dersim için özür dilediğini söylemesin.
Didişen taraflara bakıyoruz Dersim’i konuşan yok.
CHP’li Hüseyin Aygün çıktı, Dersim olaylarından dolayı devlet sorumludur, CHP sorumludur dedi. Üstelik Atatürk’ün bu olaylardan haberi vardır diyerek bir mesaj vermeye çalıştı. Neden böyle bir şey söyleme ihtiyacı duydu? Derdi Dersim olaylarının irdelenmesi ise, bunu bir milletvekili olarak nasıl yapması gerektiğini ona anlatan hiç olmadı mı? Genel Başkanının Dersim’li olduğunu düşündüğümüzde sıkıntısını paylaşması gerekmez miydi? Tabi sıkıntısı Dersim olaylarının tartışılması ise.
Sonra 12’ler hareketi. Bu arkadaşlar gol atmadan önce konuyu Genel Başkanları ile konuştular mı? Parti organlarında tartıştılar mı? Bir de kendilerini  “girişimimizden Sayın Deniz Baykal’ın hiçbir şekilde bilgisi olmadı” şeklinde savunmaları da akıllara başka şeyler getiriyor.
Kılıçdaroğlu da köşeye sıkıştırılmış bir durumda nasıl hareket edeceğini bilemez bir şekilde savunmaya geçmek zorunda kaldı. Hükümet zaten eline geçmiş bir kozu değerlendirmenin hazzıyla vurdukça vurdu.
Hükümette yüklendi CHP’ye, yükledi CHP’ye Dersim’i. Bir baktık Dersim’in beyaz atlı savunucusu olup çıkıverdi sanki Aleviler konusunda zikirleri, fikirleri bilinmezmiş gibi. Şükrü Küçükşahin yakalamış meselenin özünü diyor ki: “…bugüne kadar Alevilere pek olumlu yaklaşmayan kalemlerin, Dersim katliamı nedeniyle Başbakan olarak özür dileyip çok olumlu bir tutum alan Erdoğan’ın, seçim öncesi gittiği Çorum’da tarihte Alevilere karşın yapılan en büyük kıyımın ve Alevi kadın ve kızlar size mubah fetvasını veren Ebusuud Efendi’yi yüceltmiş olması, sorunu sadece 1937 ile sınırlı tutması, yine dünkü konuşmasında kendisini mahkum eden yargıçların mezhebini öne çıkarması…”
Başbakan özür dilemedi aslında. Ben seni şimdi köşeye sıkıştırayım da gör bakalım dedi sadece hepsi bu.
1937’de yaşanmış olayları, CHP milletime ne yapmış, özür dileyin! Sabiha Gökçen havaalanının ismi değişsin gibi sığ tartışmalara kurban etmek bu ülkenin bağımsızlığı ve uygarlaşması için verilen milli mücadeleye zarar vermekten öteye gidemez. Bir gün gelir bir bakmışsın Cumhuriyet değerlerini de bu sığ anlayışla tartışmaya başlamışız.
O dönem, neden bunların yaşandığını, neden bu kadar sert önlemler alındığını belgelere dayanarak masaya yatırmazsak bu işte kötü niyet aramak gerekir.
Son söz: Acaba bu tartışmayla Cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve kurucularını yıpratmaya yönelik bir niyet var mı?
Ya da birileri Cumhuriyet felsefesini ve Mustafa Kemal’i tartışmaya mı açıyor?       

20 Kasım 2011 Pazar

Dersim Olayları: CHP-DP

CHP’li milletvekili tarihte yaşanan olayları algılamaktan yoksun, sığ düşüncelerle ( eğer birileri adına tetikçilik yapmıyorsa) Dersim katliamını tartışmaya açtı ve bombayı da CHP’ni kucağına bırakıverdi.
Neden mi?
Cevap gayet açık.
Dersim olaylarında devleti yöneten CHP’dir. Çünkü tek partidir. Ancak, tek partili çok muhalefetli bir partidir. Ne demek istiyoruz tek partili çok muhalefetli derken?
CHP’nin içinden, bugüne kadarki tüm sağ partiler tarafından misyonu ve mirası sahiplenen( buna AKP’de dahildir) bir parti, DP ortaya çıkmıştır.
Şimdi, başta CHP milletvekili olmak üzere bu konuda büyük bir zevk ve keyif alarak, tek sorumlu CHP ve Atatürk’tür diyenlerin Demokrat Partiye geçecek olanları ve onların Dersimdeki  payını araştırmalarını öneririm.        

Vahdettin’in Kaçışını Anma Töreni

Resmen Vahdettin’i andık meclis olarak.
Yılmaz Özdil yazdı. Abdülmecid 26 Haziran’da öldü. 150. ölüm yıldönümünü biz ne zaman andık?
17 Kasım’da.
Konuyu irdelerken birileri de çıktı eleştirdi. Geçmişinizle barışın, soyumuz orası şurası diye. Köşelerinde hadiseye yer açan yazarlara baktım, tarihi hesabı yapamıyorlar. Kalemleri iyi ama matematikten sınıfta kaldılar.
Kimse, 17 Kasım nereden çıktı yahu diyemedi.
Sonra yetkililer çıktı. Tarihi çekiştirdiler ve 18 Kasım’a kadar ittirdiler. Neymiş efendim, 17 Kasımda konser olmuş, asıl 18 Kasım’mış tören.
Biz tabi yine yazacağız, yine soracağız gerçeği anlatabilecek cesaret ve yürekliliği gösterene kadar baba yiğit birsinden.
Abdülmecid Nisan’da doğdu hesap tutmadı.
Temmuz’da tahta çıktı o da tutmadı.
Haziran’da öldü, o hiç tutmadı. Tutmuyor da tutmuyor.
Yok siz buna rağmen 17 Kasım’da pardon 18 Kasım’da anıyorsanız Vahdettin’i pardon Abdülmecid’i bu hesaba göre, AKP’de kuruluş yıldönümünü 14 Ağustos yerine 24 Ocak’ta kutlar, biz de bu konuyu kapatırız.          

15 Kasım 2011 Salı

Demokratik İtekleme

Yer TBMM. Demokratik yaşam kültüründeki en önemli yönetim biçiminin vazgeçilmez adresi. Bu adreste ikamet edenler, milletin vekil tayin ettiği şahıslardır.
Nasıl gelebilmişlerdir buraya?
Hangi vasıflara sahiptirler?
Niye gelmek istemişlerdir?
Bu sorulara verilecek sosyolojik cevaplar aslında yazımızı en iyi şekilde anlatacak olsa da biz onu başka bir yazıya meze yapmanın sözünü verip devam edelim.
Mecliste geçen hafta yaşanan olay her ne kadar yandaş ve Candaş medyada yer almasa da çok önemli ve üzerine tartışılması gereken bir durumdur.
 Kamer Genç’in kürsüde konuşmasına müdahale biçimi demokrasi kültürünün sağanak yağmuruna tutulamamış, şemsiye açmış anlayışın vahim sonucu olsa gerek.
Yaşanan olay tutanaklara “… Uslu’nun Genç’i hatip kürsüsünden iteklemesi” şeklinde geçmiştir. Kınama cezası alması için iteklemesi değil saldırıda bulunması gerekmektedir. Bunu ben demiyorum içtüzüğünün 160/4 bendi diyor.
Yalnız burada ince bir çizgi çekerek yorumu sizin demokrasiyi anlama yetinize bırakıyorum.
Kürsüdeki bir vekile yapılan hareket ne şekilde olursa itekleme, ne şekilde olursa saldırı olarak yorumlanmalıdır. “Tam yanından bir kalça darbesiyle ittirmece bir itekleme hareketi, tam karşısından iki elinizi de kullanarak ittirmek ise saldırıdır.” ( Bu tanım tamamıyla bana aittir, kullanıp kullanmamak değerli vekillerimize kalmıştır)
Ülkemiz, demokrasi kültürünü yıllarca itekleye itekleye buralara getirmiştir. Bugün de vekillerimizden birisinin demokratik bir iteklemede bulunması çok normal karşılanmalıdır.
Bu hareketin adı olsa olsa “Demokratik İtekleme” olur.                                                                                                                                                 

9 Kasım 2011 Çarşamba

2 Yüzlülük Geni

Siyaset ikiyüzlü olmalı mı her zaman? Bir gerçek yüzü bir de görünür yüzü…
Siyaset yapan kişiler, bir konu hakkında görüşlerini bir cümlede ifade edebilecekken kısa öykü yazarlar her zaman. Nedenini düşündüğünüzde aslında gerçeği söylemek isterken, bunu söylemeleri siyasi açıdan uygun düşmeyeceğinden dolayı başka şekilde izah etmeye kalkarlar. Bazen de dosdoğru söylerler ama aslında söyledikleriyle hissettikleri aynı değildir. Bir de çok popüler olan ve her zaman işe yarayan bir yöntem vardır. Vaatler… En görkemli sözcüklerle süslerler projelerini. Yapacaklarını anlatır dururlar devamlı. Seçimlerde çok karşılaşırız bu durumla. Tabi bu vaat et kültürünü yıllardır yaşatanda bizlerizdir maalesef. En değerli kozumuz oy hakkımızı bu vaatlerin jan janlı oluşuna kapılıp kullanıveririz. Böyle başa böyle tarak pek tabi.
Hep düşünür dururum. Siyaset ile uzun yıllar uğraşanlar aynaya baktıklarında ne görürler. Bu ben değilim dedikleri olur mu? Siyasetçiye haksızlık etmeyelim hakkını burada verelim. Aslında topyekun böyle değil miyiz? En ufak bir konuda bile ikiyüzlü davranmıyor muyuz? Bir taraftan kahkahalarla büyük bir keyifle sohbet ettiğimiz birisi için arkasından demediğimizi bırakmıyor muyuz? İkiyüzlülük toplumsal bir hastalığımız olmuşken neden günah keçisi olarak siyasetçiyi seçiyoruz? Sanmayın kendi ülkemin insanını yerden yere vurup medeniyetin vatanı batıdır diye entel sosyetik söylemde bulunmayacağım. Bu örnekleri ülke ülke gezip artırmamız hiç de zor değil.
Bu konuyu niye mi deştim bugün? 9 Kasım 2011’de gazetelerde çıkan bir haber beni bunları yazmaya sürükledi.
Obama ile Sarkozy arasında G-20 zirvesindeki bir sohbet, açık unutulan mikrofonlara takıldı. Sarkozy Obama’ya dönüp, İsrail Başbakanı’nı kastederek “Netenyahu’yu daha fazla görmeye dayanamıyorum. Yalancının teki” diyor. Obama da “Bir de beni düşün, ben her gün onunla muhatap olmak durumundayım” yanıtını veriyor.
Bu diyalog tüm çıplaklığıyla insanoğlunun ikiyüzlü, kaypak yönlerini gözler önüne seriyor.
Neden mutsuz insanlar? Neden yalnız hissediyorlar kendini? Neden sevemiyorlar, sevilemiyorlar?
Kendin gibi olamamak, içinden geçenleri söyleyememek… Sevmediğin halde sevgi gösterisinde bulunmak, hatta bu durumu abartmak… Öve öve bitiremezken, mide sancısından kıvranmak durumunda kalmak…
Her ne kadar sadece siyasetçinin sorunu olmasa da bu durum, bu yazıyı yazmamıza vesile olanlar siyasetçiler oldukları için iğneyi onlara batırmadan edemeyeceğim. Zor bir iş siyaset yapmak. Olduğun gibi görünememek, göründüğün gibi olmamak. Bir düşünürün dediği gibi; ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol. Yani siyasetçi gibi olma demiş.
                     

6 Kasım 2011 Pazar

Her gün TV’de Reyting alan Bir N.Ç. Var

N.Ç. vakası içimizi yaktı, yüreğimizi dağladı. Doyumsuz 26 kişi, “rızası!” ile ırzına geçtiler N.Ç.’nin.
Son günlerde Yargıtay’ın verdiği kararla kamuoyu ayağa kalktı. Cumhurbaşkanından Bakanlara, medyadan halkın her kesimine kadar herkes tepki gösterdi bu karara. Kısacası Yargıtay hariç herkes…
Haberleri izledikçe, yazılanları okudukça içim sızladı.
Ama bir şey vardı ifade edemediğim, adını koyamadığım.
Bugün buldum. N.Ç. ile ilgili yazılmış en gerçekçi yazıyı okudum ve neden niçin sorularıma tercüman oldu.
Sizleri, Yılmaz Özdil’in “N’i Ç’in?” başlıklı 5 Kasım 2011 tarihli yazısıyla baş başa bırakıyorum.
N'i Ç'in?
Mesaj yağıyor.

“N.Ç.'yi yaz!”


*
E peki.
*
“İffet”in kafasını taksinin penceresine kıstırıp tecavüz ettiler. Tıpkı, Müjde Ar'ın kafasını pencereye kıstırdıkları gibi.
*
“Fatmagül”ü sıradan geçirdiler.
Hülya Avşar'ı sıradan geçirdikleri gibi.
Özlemişiz bi nevi.
*
“Öyle Bir Geçer Zaman ki”de Ali Kaptan'ın canı çekti, boynuzlayarak boşandığı Cemile'ye tecavüz etti, beş yaşındaki Osman'ın gözü önünde... Şerefsiz Ekber desen, şıllık Karolin'e  kitlerken, başını küvete çarptı, rahmetli oldu, hevesimiz kursağımızda kaldı!
*
“Bir Çocuk Sevdim”de henüz reşit olmamış liseli Mine'yi hamile bıraktılar. “Ay Tutulması”nda Kenan, Şebnem'in ırzına geçti. “Canan”ın ağzını tıkayıp, masaya yüzükoyun yatırarak becerdiler.
*
“Muhteşem Yüzyıl”ı dekoder'siz seyretmek mümkün ama, prezervatifsiz seyretmek mümkün değil.... Sümbül Ağa olmasa, Boncuk Ağa bile kaşla göz arasında Sadıka'yı hallediyordu, az daha.
*
“Yaprak Dökümü”ndeki damat sülaleyi dizdi; Önder Somer'in ilaçlı gazoz taktiğiyle baldızı filan bayılttı, zorla yatağa attı, sıra galiba kaymakam Ali Rıza Bey'e gelmişti ki... Allah'tan dizi bitti.
*
“Binbir Gece”de çocuğum hasta diyen anneye, kaç paraysa vereyim şekerim diyerek tecavüz etmişti hayırsever patron.
“Asmalı Konak”ta Seymen Ağa konağın sığıntısı kızcağıza giydirirken... “Hanımın Çiftliği”nde Muzaffer Bey boş vakitlerinde hizmetçi Gülizar'ı temizliyordu.
*
“Aşk-ı Memnu”da Behlül yengesini ütülerken... “Bihter'e kocası tecavüz edecek, azzz sonra” anonsu yapıldı, adeta sokağa çıkma yasağı ilan edildi, en başta benim valide, misafirlikleri bile iptal etti, tecavüz sahnesini kaçırmamak için!
*
(Rol icabı hadiseler o kadar gerçekçi ki... “Derin Sular” dizisindeki oğlan, rol arkadaşı kıza harbi harbi tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklandı iyi mi, yargılanıyor!)
*
“Küçük Kadınlar”da Elif'e tecavüz ettiler. “Arka Sıradakiler”de Zehra'ya.
*
“Unutulmaz”da Melda'ya 8 saat tecavüz ettiler, çekimleri 8 saat sürdü, güya yayınlanmadı. Ancak, sahneler basına servis edildi, bütün detaylarıyla yayınlandı. “Unutulmaz”dı hakikaten.
*
“Menekşe ile Halil”in Menekşe'sine beklendi, beklendi, beklendi, tam Dünya Kadınlar Günü'nde tecavüz edildi...
O daha unutulmazdı.
*
Ucundan acık gösteriyorlar ama, sanırım “Kuzey”e de tecavüz etmişler mapusta!
*
(Yazının başını “kırmızı nokta”yla işaretleyip, “18 yaşından küçükler okumasın” notu koyacaktım. Sonra vazgeçtim. Biliyorum ki, o zaman daha çok okunacak. O yüzden koymadım.)
*
Netice itibariyle...
Böyle başa.
Böyle tarak.
Kalbinizi kırmak istemem ama, nefes bile almadan kim seyrediyor kardeşim bunları? Başka mevzu kalmamış gibi, cinsel suçlara reyting rekorları kırdırarak, kim daha fazla çekilsin diye teşvik ediyor?
Kim normalleştiriyor?
Irz'a rıza'yı kim gösteriyor?
Sırf Yargıtay mı?

9 Ekim 2011 Pazar

Çevreye Duyarlı Olmak

Nefis bir hava var yaşadığım Ege koylarında. Çevrem çam ormanları ile çevrelenmiş, cennetten bir köşe adeta. Böyle bir güzelliği yaşarken çevreci ruhunuz kaplıyor bedeninizi ister istemez. Ben de bugün çevreden etraftan yazayım dedim.
Son dönemlerde ülkemizin nadide doğa harikası alanlarında, HES projeleri bir biri ardına açıklanıyor icraatın içinden içinden. Yoğun bir tartışmayı da beraberinde getiriyor tabiî ki. Gayet de doğal tartışmamız. Tartışa taşlana bir karara varacaktır hükümet.
Konunun uzmanı değilim. Hemen bu yürekliliği gösterdim diye, o zaman ne konuşuyorsun bilmediğin konuda diye üste de çıkmayın. Konunun uzmanları bile ortak bir noktada buluşamıyorsa daha çok yolumuz var demektir.
İnsanlık tarih boyunca doğaya hükmetmeye çalışmıştır. Genelde bunu tüm bencil duyguları ile yapmıştır. İnsanlık sevgisini henüz kazanmamış bir türün doğaya ne kadar saygı göstereceği de ortadadır. Geçmişte sanayileşme adına doğanın nasıl katledildiğine tanıklık ettik. Kendi ülkesinde çevreye olan duyarlılığını ancak başka bir ülkenin doğasını katlederek gösterebilecek kadar sığ politikalar üretebilen Avrupa’yı gördük. Ama artık bu işler bu kadar kolay değil.
Çevre bilinciyle donatılmış tabiat ananın çocukları, yerkürenin her bir köşesinde hızla artmaktadır. Dünya vatandaşları, çevreye karşı her geçen gün daha duyarlı ve daha bir sahiplenici. Bu duruma dünya bilincinin sevgi düzlemine geçişi en önemli etken. İnsanlık, yüreğinde sevgiyi yeşerttikçe tüm canlılara, varoluşa daha bir sevgi besliyor.
Ayrıca küreselleşen dünya –ki bunda internet çok önemli bir yer tutar, dünya bilincinin yükselmesine olumlu katkı sağlamıştır.
Çevreye karşı duyarlılık bireysel olduğu kadar toplumsal dinamizm gerektirir. Bu konuda medyaya çok büyük sorumluluk düşmektedir. Bir çevre felaketine karşı medyanın tutumu çevreci davranışta önemli bir yer tutar. Kamuoyu yaratma konusunda çok etkili bir güçtür medya. Tabi tüm samimiyetini ortaya koyabilirse…
Bir gazetenin, bir TV kanalının en büyük geliri reklamlardan gelmektedir. Sonuç olarak bir işletmedir medya ve reklam gelirlerini kaybetmek istemez. Bir düşünün; reklam veren bir şirketin hele ki reklam payı çok büyük olan bir şirketin nasıl olacakta yanlışını haber yapacaksınız. Yaparsınız tabiî ki. Ama iş iyice kamuoyuna düşmüşse…
Hadi gelin daha somut örneklerden konuşalım. Gerze’de bir termik santral kuruluyor. Hem de kömürle çalışacak bir santral. Uzmanlarına sorun ne demek istedi bu arkadaş kömür derken diye. Üstelik SİT alanı olan bir bölgede yapılıyor bu işletme. Çevre köyler ayaklanmış, mücadele veriyorlar. Gazetelerde pek göremezsiniz burada yaşananları. Sessizce verilip geçer gider. En ufak bir konuda saatlerce uzman konuştururken bu konuda uzman bulamazsınız her nasılsa.
Peki neden?
Neden bazı çevre hareketleri ekranda boy gösterirken, bazıları sessiz sedasız verilir.
Gerze termik santrali.
 Sahibi kim?
Anadolu Grubu.
Anadolu Grubu?... Medyada en çok reklam veren firmaların başında geliyor.      

3 Ekim 2011 Pazartesi

Belgrad Ormanında Gönüllü Temizlik İçin 2TL

Belgrad Ormanı’nı, 2 TL giriş ücreti ödedikten sonra dilediğiniz gibi temizleyebilirsiniz.
İki Teker Bisiklet ve Doğa Grubu, hafta sonları gittikleri Belgrad Ormanındaki çöplerden rahatsız olmuşlar ve bu sefer gezmeye değil çöp toplamaya gitmişler. Bir de üstüne giriş ücreti ödemişler. Yurdumun insanı…
Kendilerini kutluyoruz.
Ayrıca bu on kişilik gönüllü doğa dostu arkadaşlarımızdan çöp toplama karşılığında(!) giriş ücreti alan özel işletmeyi de kutlarız.
Belgrad Ormanı’nın işletmesini alan firmanın görevleri arasında ormanın temizliği sanırım atlanmış.
Daha, çok yazacak malzeme çıkar bu haberden ama şu işletmeyi de bir dinlemek lazım gelir.
Gönlümüz doğaseverlerle, gözümüz temiz doğa…

30 Eylül 2011 Cuma

Kürt Sorununda Kafası Karışmış Bir Köşe Yazarı

İsmet Berkan, kafası karışıklara Kürt ve terör sorunu çözüm haritası sunmuş. Sunmuş sunmasına da kendi kafası da karışmış İsmet Berkan’ın.
Meselenin, temel insan hakları boyutu olduğunu söylemiş. Doğru söylüyor da, o da almış sazı eline aynı telden çalıyor.
Sınırsız ifade özgürlüğü demiş. Bu sorun sadece Kürtlerin değil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin sorunu. Yani buradan bakarsak kafa karışıklığını gidermek için ortada bir ifade özgürlüğünden yoksun vatandaş sorunu var demeliyiz.
Temel hak olan kanun önünde eşitliğin sağlanamaması, sosyal eşitsizliğin giderilememesi gibi sorunların Kürt sorunu olduğunu zannetmek İsmet Berkan ile Türkiye’nin pek çok yerinde çocuklarına yeterli eğitim ve sağlık hizmeti alamayan bir işçinin sosyal eşitsizliklerinin Kürt-Türk ayrımından kaynaklandığını söylemek gibi.
Gelelim asıl kafasının karıştığı noktaya. Anadilde eğitim hakkı!
Sevgili arkadaşım, bir ülkede anadilde eğitim hakkı adı altında, eğitimin dil birliğini ortadan kaldırırsan sence nasıl bir tablo çıkar ortaya bunu hiç düşünmez misin?
Bugün bile Güneydoğu Anadolu’da yeterli Türkçe öğretilemezken, Kürtçe eğitim almaya başlayan Kürt vatandaşımıza daha sonrasında Kürtçe lise müfredatı ışığında ne kazandırmış olacağız bir düşün. Kürtçe eğitim alan yeni nesil Kürtçe ders anlatabilen öğretmene, Kürtçe muayene edebilen doktora, Kürtçe savunma yapan avukata ihtiyaç duyacak. Bakarsın seçmeli Türkçe dersini alan öğrenci biraz olsun seni beni anlar. Veyahut Türkçe dersleri zorunlu tutup bu sorunu ortadan kaldırırsın. Baktık ki olmadı hepimiz Kürtçe eğitimden geçer iletişim sorununu kökünden çözeriz. Ne de olsa bir iddiaya göre Kürtler Türklerden daha fazla. (Doğurganlık oranlarına bakacak olursak ileride gerçekte olabilir)
Kimse Kürtlerin anadillerini geliştirmesini, kullanmasını engelleyemez. Kürtçe öğrenmek, konuşmak en temel hakları. Ancak Kürtçe eğitim bambaşka bir durum. Lütfen bunu anlayalım. Kafası karışmışlara anlatalım.
Demokratik haklar kıyafeti giydirilmiş ayrıştırıcı unsurlar ne kadar demokrasiye katkı sağlar oturun ve düşünün.     

25 Eylül 2011 Pazar

“Che Guevera”, Neresi Devrimci?

Devrimci Che Guevera, dünyaya mal olacak kadar devrimci midir? Ne yapmıştır?
İnsanoğlu devrimci ikonu olarak Che Guevera’yı seçmiştir. Onu marka yapmış, pazarlanabilir bir ürün haline getirmiştir. Devrimci ruh, Che t-shirt’leri, beresi ve Küba’ya turistik gezilere sıkışıp kalmıştır.
Acaba neden Che devrimci ikon olarak seçilmiştir? a) yakışıklı b) karizmatik c) marka olabilecek bir ismi var… Neden, başta kapitalist, anti sosyal ülkeler olmak üzere tüm dünyaya pazarlanan devrimci model, Che olmuştur?
 İnsanoğlunun bilinçaltına, “devrimci=Che=sonu belli” mesajı yerleştirilip devrimci ruhuna pranga mı vurulmak isteniyor.
Mustafa Kemal’in devrimci yönünü düşünürsek ki pek çok ülkeye ilham kaynağı olmuş bir devrimci, neden Che kadar tanınmaz. Üstelik devrimci kimliği devrimleriyle ortadayken, neden insanlar “yapanı” değil de “yapmayı isterdi” yi seçmiştir. Bunu bir düşünelim istedim.
Devrimci ruhunuzu kaybetmemeniz dileğiyle…      
  

24 Eylül 2011 Cumartesi

Ben Ali Ağaoğlu; Cari Açık Sorununu Ben Çözerim

Yeni reklam filmiyle çıktı ekranlara Ali Ağaoğlu. “Para kazanmayı bilmek için ekonomist olmaya gerek yok…” dedi.
Geçenlerde cari açığın nasıl ortadan kalkabileceğini açıkladı bizlere. "Türkiye'nin büyümeye, bunun için de kaynağa ihtiyacı var. Bunu da ya dışarıdan borçlanarak ya da yabancı yatırımcı çekerek yapacaksın. Borçlanma faizle olur, yatırımcı çekmek zor. Üçüncü bir yol var ki, yabancıya konut satarak Türkiye çok ciddi bir döviz elde edebilir. En ucuz maliyetli, en kalıcı yöntem bu. İhracat gibi bu da. Burada 1 trilyon doların üzerinde potansiyel var. Bu gerçekleştiği zaman Türkiye'de ne cari açık sorunu kalır ne de büyümesi sekteye uğrar" dedi Ağaoğlu. Vallahi cari açığı bilmem ama fırsatları paraya nasıl çeviririm, nasıl daha çok konut satarım bunu çok iyi anlatmış. Anlamak için ekonomist olmaya da gerek yok üstelik.
Bugün(24 Eylül 2011), Hürriyet gazetesindeki köşesinde Ege Cansen bu konuyu incelemiş. “Yabancılara arsa, bina gibi gayrimenkul satışından gelen paralar cari işlem geliri sayılmaz. Bunlar, sermaye hareketleri kümesine girer. Dolayısıyla gayrimenkul satışı, cari açığı kapamaz…” Yazının tamamını okumanızı tavsiye ederim. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/18813824.asp
Sanmayın derdimiz Ağaoğlu ve sadece ona yüklendik. Durum bildiğiniz gibi değil. Ali Ağaoğlu, reklamlarıyla ekranları süslüyor. Biz de hakkını verelim dedik. Yoksa başka inşaatçılardan da inciler döküldü.
Dumankaya İnşaat Yönetim Kurulu Üyesi Ali Dumankaya da, mütekabiliyetin kalkmasını 'sevindirici bir gelişme' olarak değerlendirdi. Cari açık problemi olan Türkiye'nin yıllardır dışarıdan gelecek bu kaynağı engellemesine inşaatçılar olarak hayret ettiklerini anlatan Dumankaya, "Konut satmak ihracattan daha fazla kazandırır." dedi.
Cari açık sorununa çözüm bulundu, ihracat patlatıldı. Bir bakmışız cari fazla vermişiz.
 Haydi hayırlı traşlar.  

19 Eylül 2011 Pazartesi

Çözümsüzlüğün Adresi “BDP”

BDP başkanı Selahattin Demirtaş, KCK operasyonları sonrası yaptığı açıklamada bir ifade kullanıyor.
“BDP, Kürt halkıdır.”
Bu ifade çok önemli ve Kürt sorununun çözülmesinin önünde engel teşkil edeceğini düşünüyorum. Daha önceki  Çözümsüzlüğe Doğru Kürt Sorunu” başlıklı yazımda belirttiğim gibi BDP Türkiye’nin partisi değil. BDP demek Kürt demek oluyor bu durumda. Türkiye’nin partisi olmadan da Kürt sorununa çözümün adresi olamazsınız.  Sadece taraf olursunuz. Taraf olduğunuz taktirde de, diğer taraf olacaktır elbet.
Ayrışma, bir çözüm değil, çözümsüzlüğün kalıcı halidir.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Sessiz Adam CMYLMZ

Cem Yılmaz, sessiz ifadeyle cmylmz twitter’da hiç mesaj yazmadı diye eleştirilmiş takipçileri tarafından.
Adam marka olmuş cmylmz’sini kaptırır mı twitter’da. Girip almış babalar gibi kullanıcı adını, etmiş yoluna devam. Ne kızıyorsunuz ki.
Asıl enteresan olan bir milyona yakın takipçi neyi takip etmek için tıklamış cmylmz’ı ben onu merak ediyorum. Hani ilk tıklayanları anlarım, ha yazdı ha yazacak diye. Ama bir milyon kişi de bir günde takibe almadı herhalde Cem Yılmaz’ı. Yoksa aldı mı?
Cem Yılmaz’a da kırıldık tabi. Markanı korudun aldın twitter hesabını da, kardeşim hayranlarına en azından haftada bir, yaz bir şeyler de, lafı olmasın.  

“Dönek” de Nereden, Ne zaman Dönek!

Dönek siyasetçi, dönek köşe yazarı ve daha bilmem kimler için kullanılıyor bu ifadeler. Ben hoşlanmasam da bu ifadeden, pek çok kimse bu yaftayı yapıştırıyor birilerine.
 Genellikle ülkemizde dönek ifadesini siyasetçiler için ya da köşe yazarları için kullanıyorlar.
Şu günlerde Ahmet Hakan köşesinde bu durumu irdeliyor. Kendisine nerden döndün,  nasıl döndün diye soranlara anlatıyor kendisini.
 Ben de şöyle bir göz atayım dedim internete, kimlere dönek yaftası takılmış, kim kime dönek demiş neden demiş. Bu araştırmam esnasında döneklikle ilgili bir kitap olduğunu da fark ettim. Kitap dönekliği şöyle ifade etmiş:  “Serbest gazeteci Rahmi Yıldırım, “Devşirmeler Dönekler” adlı kitabıyla üçüncü kez okuyucuyla buluştu. “Devşirmeler Dönekler – Türk Medyasından Portreler” adlı kitap, Karınca Yayınları tarafından yayımlandı. Rahmi Yıldırım bu kitabında önce, tarihteki devşirme olgusuyla “sol hareketlerden kopup egemen sınıf saflarına katılmak, düzen karşıtlığından düzen muhafızlığına geçiş” olarak tanımladığı döneklik olgusu arasında paralellik kuruyor. Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel kırılma anlarındaki dönekleri kısaca anımsatan Yıldırım, küreselleşme döneminde döneklerin büyük çoğunlukla medyada üslendiklerini, sermayedar sınıf adına ideoloji ve rıza ürettiklerini vurguluyor.”
 Değişim ve Döneklik arasında ince bir çizgi var bence. ” Ben değiştim artık, eski ben değilim. O zaman öğrenciydik, toyduk, hayat tecrübemiz yoktu” diyenler… Veyahut  “bu dünya değişirken, Tanrı bile değişirken ben nasıl olurda aynı kalırım” diyenler… Bir de değişim konusunda inanılmaz hızlı ve sert olanlar var. Kariyerle ve gelir düzeyiyle doğru orantılı değişenler var. Yani değişen değişene…
Peki, Böyle düşünenler içinde hangileri dönek, hangileri değişmiş. Ayıkla pirincin taşını.
Geçiş yapan birçok kişiyi analiz ederken hassas terazi kullanmalıyız. Değişti mi? yoksa Döndü mü? Anlamakta zorlanabiliriz. Yok yere dönek demek olmaz, değişimci birisine. Ama bazı kişiler vardır ki, onun değişim(!) skalasının nasıl bir taraftan diğer tarafa inanılmaz bir hızda geçtiğini de görebilirsiniz. Bunun için tek yapmanız gereken o kişinin yazılarını incelemek ve o dönem içindeki siyasal gelişmelerin ve oluşumların üzerine oturtmak. Mesela seçim öncesi ve sonrası dönemler veyahut yeni bir siyasal hareketin oluştuğu dönemlerde ne yazmış, neler söylemiş.
Bu çalışma sonucu ortaya çok enteresan tablolar çıkabiliyor. Hatta ilgiyle izlediğiniz kişilerdeki hareketi çok net görebiliyorsunuz. Örnek mi istiyorsunuz, alın size örnek,
Yiğit Bulut.
Son iki yıllık yazılarını takip edin. Sonra da Habertürk’teki sürecini. Yorumu size bırakıyorum.
----------o----------
Diğer yandan Değişen, değişmesi gereken ama dönek yaftası takılanlara ne demeli. Dönek olmamak için yerinden kımıldamamak mı gerekir. Dinozor gibi yazmalı çizmeli…
Değişmiş! Dönmüş!
Dönek olmadan nasıl değişmeli?
Dönek olmamak adına değişimden kaçmak peki?
Değişmenin karşısında duran şey nedir sizce? Sizi bundan alıkoyan… Değişemeyecek kadar sert mi olmanız yoksa tüm etkilerden korunmuş adeta bir fanus içinde yaşadığınız için mi?
Yoksa!
Ahmet Hakan’a bunu sormak isterim mesela. Kim dönektir, kim değişim ve dönüşüm geçirendir?
Değişen ve dönenleri iyi ayırt edebilmeniz dileğiyle…
----------o----------
Dönülmez Akşamın Ufkundan Döndüm Geldim
Dönek köşe yazarına eşi sorar,
“Bu ne böyle?” diye.
“Sorma hanım dönüp dönüp durdum bu diyarda, bir o dala bir bu dala.
Yoruldum artık, “yeter dönmek yok, sur artık!” dedim kendime.
Eşi sorar: “Peki, ne oldu sonra durdun mu?”
“Duracağım da nerede duracağım, onu kestiremiyorum”      
 


13 Eylül 2011 Salı

Tanrı’nın Gözyaşları

Meydana toplandı Mümin!
Taşlayarak öldürdüler genç kızı,
Bir yandan Allahın adı, bir yandan ayetler eşliğinde.
Allah için İslam yolunda yaptılar tüm bunları,
İnancın keskin kılıcıyla bilenmiş duyguları titretti evreni
Ulaştı Tanrı katına.
Ve gözyaşlarına boğuldu Tanrı
Görülmedik bir yağmur yağdı meydana
Sildi götürdü kızın yüzündeki kanları.
Canını çoktan almıştı acılardan uzağa
Gözyaşlarıyla tertemiz saf bedeni bıraktı geriye.

9 Eylül 2011 Cuma

Ve Kur’an Kadına Kapanmayı Emretti

Debelenip duruyorum. Alttan girip üstten çıkıp yazayım çizeyim diyorum. Şöyle bilmiş edayla irdeleyeyim konuyu ve sonuç cümlemi patlatayım diyorum. Ama yapamıyorum. Başlığa gözüm takıldıkça kutsal kitabımıza haksızlık ettiğimi düşünüyorum.
Lafı dolandırmadan işte yazının ana fikri:
İslam dininde kadının başının örtülmesi hükmü yoktur.
İlahiyatçılar böyle bir hüküm vardır diyor. Çoğunluğu bu fikirde. Böyle olmadığını düşünenler de var elbet.
Ortada bir düşünenler var, bir de okuyanlar. Bir tarafta sorgulayanlar var; ”böylesi derinlikte bir kitap nasıl olurda kadının saçını kapatsın der anlamıyorum” diye kafa yorar, düşünür durur. Diğer tarafta sorgulamayanlar var.
İşte sorgulanmayan ayet:
“ Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları ve kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğullar veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya Müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allahın hükmüne dönün.” Nur Suresi 31. Ayet
Kur’anı nasıl okumalıyız?
Bir romanı nasıl okursunuz? Ya bir ansiklopediyi nasıl okurdunuz? Üniversitede bir arkadaşım ansiklopediyi baştan sona okurdu. Kur’anı nasıl okumalıyız?
Bu ayetten yola çıkarak kadınların başlarını kapatalım şimdi. Ayette dikkat çekici noktalar var. “Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar.” Yani başları örtülü kadınların, başlarındaki bu örtüyle yakalarının üzerini örtmelerini söylüyor.
İçimizden bazıları eminim şöyle düşünüyordur. Neden açık bir ifade yok başların örtülmesi için. Yani başların nasıl örtülmesi gerektiğinden neden bahsetmiyor. Bu ayetten başın örtülmesi sonucunu nasıl çıkartacağız. Belki de ifade açık ve nettir. Başınızı örtün demiyor ki, zaten başlarında örtü var. Ayet kadınların başlarındaki örtünün başka bir işlevinden bahsediyor. Bu arada İslamiyet öncesinde kadınların başlarında örtü olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Düşün düşün, irdele dur. Çık işin içinden bakalım.
Size ilginç bir soru sorayım. Acaba Türkiye’de kaç kadın vardır başını örten ve bu ayeti okumamış. Ya da kaç kadın bu ayeti okumuş ve bunun üzerine başını örtmüş. Okumuş irdelemiş ilahiyatçılarımız varken biz niye okuyalım ki!
Bir taraftan irdelenmeyi ve düşünen akla ihtiyaç duyan bir ayet var. Diğer taraftan başını örtmüş ve bundan dolayı bir takım hakları ellerinden alınmış mağdur kadınlarımız.
Şu an itibariyle dinimizi konunun dışında özellikle bırakarak ülkemizdeki  “türban” sorununa geliyoruz.
Ülkemizde üniversiteye başını kapattığı için gidemeyen kızlarımız var. Ülkedeki iki siyasal hareket ve bu hareketin etrafında kümelenmiş gruplar var. İki görüş bir olup çözemiyor bu sorunu.
Çözemez tabi…
Bir taraf inanç meselesinden giriyor konuya, diğer taraf laiklik meselesinden. İki tarafın tek ortak noktası, sorunun mağdurunu göremiyorlar. Onlar birbirleriyle tartışa dursun, 10 yıl önce üniversite kapısından geri döndürülen kızımız, bugün tek kurtuluş olan evlilik kurumuyla tanışmış, evinde çocuk bakmakta.
Ey siyasiler, ey seçilmişler!
Çözün artık bu sorunu.
“Üniversiteyi okuyacaksa çıkarıversin örtüsünü” diye çıkmayın karşımıza. “Benim de anamın başı kapalı” empati cümleleriyle söze başlayıp, iş üniversiteyi okumak isteyen başı kapalı kızlarımıza gelince olmaz demeyin. Biz türbana karşı değiliz, kamu alanında takılması laikliğe aykırı diyerek kendinizi gülünç duruma sokmayın.
Aslında içten içe biliyorsunuz meselenin özünü. Başın örtülmesi inançlar meselesi değil, geçmişten gelen hem de İslamiyet öncesinden gelen geleneksel ve örfi bir örtü. Öyleyse…     

Çözümsüzlüğe Doğru Kürt Sorunu

BDP kongresinde alınan kararlar ile Kürt sorununa bulunacak barışçıl ve bütünleştirici çözüm yolları kapatılmış oldu.
Türkiye’nin birlikte, kardeşçe yaşam enerjisinin önünü tıkayacak, ülkeyi ayrışmaya götürecek olan kararlar BDP’nin tüzüğüne girmiş bulunmaktadır.
Aslında lafı çok dolaştırmaya gerek yoktur. Ülkemizdeki bir anlayış uzun yıllardır Kürt sorununu derinleştirmekteydi.
Neydi bu?
Kürt kimliğini görmezden gelmek ve kültürel hareketlerin yasalarla engellenmiş olması. Bir de bunun üzerine doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerindeki ekonomik sorunları koyduğunuzda, tablo; isyan olup çıkıveriyor.
Kürtler dillerini rahat konuşabilseydi geliştirebilseydi, çocuklarına istediği ismi verebilseydi, şarkılarını diledikleri gibi söyleyebilseydi kısacası, kendilerini özgürce ifade edebilselerdi bu ülkeye ne zararı olurdu?
Bugün süreç bambaşka yere gitmektedir. Aşama aşama bölünmeye götürmektedir son dönemdeki olaylar.
BDP, en son gerçekleşen kongresinde aldığı kararla Türkiye’nin partisi olmadığını ortaya koymuştur. Başkanları, “TBMM’ne dönmek için şartlar henüz oluşmamıştır” derken, alınan kongre kararları ile mecliste hangi anlayışın temsilcisi olacaklarını düşünmektedirler çok merak ediyorum.
Bir düşünün; mecliste bir parti, ayrı bir devlet olmak için mücadele veriyor. Çizelim sınırları, zaten sınırlar belli de bunu tescilleyelim diyor. Sizce böyle bir parti mecliste hangi şartların oluşmasını bekliyor olabilir?
Bir şeyler ters gitmekte. Adına barış deniyor, kardeşlik deniyor ama işin sonu gözyaşı.
Unutmayalım, bölünmüş bir Türkiye’den en büyük zararı görecek olan, doğu ve güneydoğu Anadolu’daki Kürtlerdir.
BDP kongresinde ne kararlar alındı?
- “Türklerle Kürtler arasındaki kardeşliğin temelinin tarihin derinliklerinde yattığını” belirten tüzük maddesi kaldırılıyor.
  - Tüzüğe demokratik özerklik kavramı ekleniyor.
Kısacası BDP, hedefimiz demokratik özerklik diyor. Türkiye’nin değil bir bölgenin, bir kesimin partisiyiz diyor.
Aslında pek çok kişi mücadelenin bu olduğunu çok önceleri görmüştür, yazıp çizmişlerdir. Merak edenler arşivleri bir karıştırsın. Bunun için gazete, dergi dolaşmasına gerek yok. Google’da aratınca bulabilirler.
Öyle ise nedir bugün gelinen nokta? Ülke nereye gitmekte?
Son yıllarda devamlı Türklere yüklenildi çözüm ve uzlaşı için. “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözü tartışıldı, ırkçılık gibi yorumlandı. Hatta Türk demenin dayanılmaz ağırlığına maruz bırakıldı insanlarımız. Şimdi Kürtlere çok büyük görev düşmektedir. Bölünmüş bir Türkiye, sömürgeleştirilmiş bir Kürdistan yaratacaktır. 21.yüzyılda sömürgeleştirilmiş bir ülkede yaşamanın anlamını biliyor musunuz?
Kölelik!
Mustafa Kemal’in yarattığı barış ve kardeşlik ülkesi Türkiye, Türklerin ve Kürtlerin iç içe yaşadığı tek vatanlarıdır. Öyle bir kaynaşmıştır ki, birleşme hatları ortadan kalkmış tek parça olmuştur. Bir düşünün, bu memlekette Eşlerden biri Türk diğeri Kürt o kadar çok aile var ki bunların çocukları ve onların çocukları için ne söylenebilir. Hadi tutun ve birleşme yerinden dikkatlice ayırın. Ne oldu? Ayıramadınız değil mi?
Lütfen bunları bir düşünün. Ülkemiz üzerinde oynanan kirli, kanlı oyunu ve bu oyunun bilerek ya da bilmeyerek parçası olan kesimleri…
Bu ülke hepimizin. Sevgi düzleminden yaşamalı bu güzel birlikteliği.
Vatanımızı seviyoruz. Halkımızı, kültür çeşitliliğimizi, dil zenginliğimizi, tarihimizi…
Bizler Türkiye’yi vatan kabul etmişiz. Atalarımız bunun için canlarını vermişler.
Oyuna gelmeyelim!  
 

7 Eylül 2011 Çarşamba

Arda’ya Destek

Arda Turan Kazakistan maçı sonrası söylediklerinden dolayı bir taraftan PKK yanlılarınca alkışlandı, diğer yandan milliyetçi kesimin hışmına uğradı.
Peki, Arda ne söylemişti:
“Bu golü Türkiye Cumhuriyetindeki bütün halkların şehit olan evlatlarına armağan ediyorum. Ülkemde böyle şeylerin olmasını istemiyorum, çok üzülüyorum her Türk vatandaşı gibi.”
İçeriğine bakıyoruz; “bütün halkların şehit olan evlatları” diyerek PKK’nın kayıplarını şehitlik mertebesine çıkarmış. Sonra, “bütün Türk evlatlarına” diyerek başka bir anlam yüklemiş. Son olarak da tüm bu olanların yaşanmasını istemediğini ve üzüldüğünü söylemiş. Yani, artık kan dökülmesin, ölümler bitsin demiş.
Arkadaşlar, işin özüne bakın. Arda, yaşanan olaylardan hepimiz gibi muzdariptir. Eğer sözlerini kelime kelime çözümleme yoluna gidersek çuvallarız.
Kendini bilmez aydınvari gruplar alıyor sazı eline yok Türkiyeli demeli, olmadı Türkiye halkı, o da olmadı şuralı buralı.
Kafa mı bıraktınız vatandaşta. Eskiden ne kolaydı, ne samimiydi ifadelerimiz. Ben Türk’üm derdiniz, Türk milleti derdiniz…
Şimdi nasıl konuşacağız. Aman Türk demeyelim Türk milleti demeyelim de, Türkiyeli diyelim Türk halkı diyelim.
Kendimizi samimi ifade etmemizin önünü tıkayan kendini bilmezler;
Oturun yerlerinize, sesinizi kısın. Siz konuştukça işler iyice sarpa sarıyor. Eğer siz, en içten duygularınızla hümanist, doğasever, Tanrı sevgisiyle dolu kendinize Türk’üm diyorsanız, Kürt’üm diyorsanız kimse size ırkçı diyemez.
      

5 Eylül 2011 Pazartesi

Babadağ’ında Tehlikenin adı “Yamaç Paraşütü”

Fethiye deyince akla ilk Ölüdeniz, Ölüdeniz deyince de yamaç paraşütü ilk akla gelenlerden. Son günlerde ise akla gelen tehlike oldu.
Yüksek adrenalin tutkunlarının vazgeçilmez aktivitelerinden birisi ve tehlikeli. Belki de tehlikeli değildir. Ama son aylarda yaşananlarla çok tehlikeli olduğunu düşünenlerin sayısı eminim artmıştır. Fethiye’ye geldiğimden beri üç ölümcül kaza haberiyle gündeme geldi yamaç paraşütü. Yaz sezonunda Ölüdeniz ile ilgili haberlerine bakacak olursanız, yamaç paraşütü kazaları ile koyları kirleten kendini bilmez tekneler hakkındaki haberlerin fazla olduğunu göreceksiniz. Bu arada, şu kirleten tekneler ayrı bir yazı konusu olduğu için burada değinmeyeceğim.
Kazaların hepsinde ihmal görülmekte.
Son günlerde kazalar artınca yetkililerde önlem almak için kolları sıvadı. Babadağ’da, pilotlar atlayış öncesi alkol testinden geçirilecek. Yasal alkol sınırını aştığı belirlenen pilotlara 5 gün süreyle ’uçuştan men’ cezası verileceği gibi, sertifikaları da iptal edilebilecek.
Bu önlem bize şunu gösteriyor. Akşamdan kalma pilotlar var demek ki. Tüm yamaç paraşütü pilotlarını zan altında bırakmayalım ama. İşini iyi yapan bu işe gönül vermiş pilotları da burada ayrıca kutlamak isterim.
Alınmış bu tedbirinde önemli olduğunu belirtelim.
Ekim ayında yapılacak olan Ölüdeniz Hava Oyunları Festivali yaklaşırken, akıllarda ölüm riski çok yüksek, yapılması delilik olarak zihinlere kazınmaya başlayan bu aktivitenin üzerindeki ölüm perdesini kaldırmanın zamanı gelmedi mi?
Yetkilileri bu konuda sıkı denetime ve gereken düzenleyici tedbirleri almaya çağırıyorum. Küçücük bir ihmalin sonucunun ölüm olduğu bu aktiviteye gereken önemi vermelerini arzu ediyorum.
 Umarım sesimizi duyarlar.
Kişisel olarak, kendim kesinlikle denemeyecek olsam da çok güzel bir aktivite olduğunu ve uluslar arası bir alana taşınıp geliştirilmesi ve Türkiye’nin tanıtımına katkıda bulunmasını düşünmekteyim. Bu konuda yapılacak her türlü çalışmanın haber edilmesinde çorbada tuzumuz olsun da isteriz.